16 Ekim 2010 Cumartesi
ALTI SİGMA NEDİR..
Sembol olarak “Sigma” Yunan alfabesinin bir harfidir. Büyük harf sigma (Σ), genellikle toplam simgesi olarak bilinir. Küçük harf sigma (ơ) ise istatistikte bir topluluktaki standart sapmayı tanımlamak, belirtmek için ölçü birimi olarak kullanılır. Özellikle istatistikte ve istatistiksel süreç kontrolünde çok önemli bir ölçü birimi olan sigma, standart sapmanın simgesidir. Standart sapma, istatistiksel olarak bir dağılma, yayılma, sapma ve farklılaşma (heterojenlik) ölçüsüdür. Belirli koşullar altında oluşan değerler arasındaki farklılaşma ne kadar büyükse, standart sapma da o denli büyük bir değer olarak hesaplanır. Benzeşiklik (homojenlik) düzeyi arttıkça, yani farklılıklar azaldıkça standart sapma da küçülür. Süreç kontrol sistemlerinde çok ileri ve iddialı bir hedef, hiç hatasız, sıfır sapmalı (sapmasız) sistemlere ve süreçlere sahip olabilmektir. Bu hedefin kalite dünyasındaki karşılığı “sıfır hata” ya da “sıfır tolerans” kavramıdır.
Altı Sigma, yüksek standartlar hedef almış bir kalite yönetim felsefesi olup sigma sayısı arttıkça, belirlenmiş hedefe göre değişimlerin, başka bir ifadeyle fire miktarının azalacağını öngören bir program içerir. Bu yöntemde, bir firmanın ürün ve hizmetlerdeki performansı sigma düzeyi ile ölçülür. İş süreçlerinde sapma yaratan nedenleri tespit edip zararsız hale getirdikçe, sigma düzeyi sürekli artacaktır. Bu da iş ve üretim süreçlerinde hataların azalacağı anlamına gelmektedir. Altı Sigma’da hedef, değişkenliği ve sapmayı sıfıra yaklaştıracak, beklentileri mükemmel şekilde karşılayacak ürün ve süreçlere ulaşmaktır.
Altı Sigma Modeli’ni uygulayan şirketlerde verimsizlik yaratan ve sigma seviyesinin düşmesine neden olan problemler mercek altına alınır. Altı Sigma Modeli, maliyetlerde ve hata oranında azalma, verim, pazar payı, müşteri ve çalışanların memnuniyetinde artış, kurum kültüründe olumlu değişim gibi konularda firmalara fayda sağlamaktadır. Altı Sigma uygulayan firmalar, ürün ve hizmetlerindeki hata oranını mümkün olan en düşük düzeye indirebilmektedir. Altı Sigma uygulayan bir firmanın ürettiği her bir milyon ürün ya da hizmette yalnızca 3,4 hata olasılığı vardır. Neredeyse sıfır hataya yaklaşan bu rakam, başarılı bir Altı Sigma uygulama süreci sonucunda elde edilebilir. Altı Sigma, kusur ve hataları en aza indirebilmek ve sıfır hataya yakın kalite düzeyini gerçekleştirebilmek için işletmelerin dikkatle uygulaması gereken, tüm dünyada geçerliliği defalarca kanıtlanmış bir yaklaşımdır.
Altı Sigma, iş performansının ve müşteri memnuniyet seviyesinin sürekli olarak artırılması için iş süreçlerinin iyileştirilmesi ve yeniden tasarlanması düşüncesine dayanan ve mükemmele yakın bir seviyeye ulaşmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. Altı Sigma felsefesi, meydana gelen hataların ve maliyetlerin azaltılması, iş süreçlerinin iyileştirilmesi, müşteri memnuniyet seviyesinin, firma prestijinin ve personel yetkinliğinin artması gibi birçok amacı içeriyor. Altı Sigma uygulama süreci neticesinde, olası sorun ve hatalar ortaya çıkarılmakta, bunlar düzeltilerek sürecin en kusursuz biçimini alması için gayret gösterilmektedir.
Altı Sigma metodolojisi, istatistiğin yoğun olarak kullanıldığı istatistik temelli bir tekniktir. Bu nedenle Altı Sigma uygulamalarında bir istatistik programı kullanmalısınız. Altı Sigma’yı uygulayan kurumlar Minitab programını yaygın olarak kullanılıyor. Hataların sıfıra indirilmesini amaçlayan Altı Sigma metodolojisi, problemlerin temel nedenlerini bulmak ve verilerle doğrulamak için istatistiksel araçlardan yararlanır. İşletmeye ait ürünlerin, hizmetlerin ve iş süreçlerinin ne kadar iyi olduğuna dair bilgi veren Altı Sigma istatistiksel bir ölçüm tekniği olup sürecin sıfır hatalı konumdan ne kadar saptığını gösterir. Altı Sigma’yı mevcut diğer tekniklerden ayıran üstün yönleri; kendisinden önceki pek çok müşteri odaklı yöntemleri ve problem çözme tekniklerini içinde barındırması, birçok tekniğin sadece vaat ettiği noktalara ulaşmayı sağlayan ve istatistik bilimini temel alan bir metodoloji olmasıdır.
TKY Mükemmellik Modelinin 8 temel kavramından biri olan ‘Süreçler ve Verilerle Yönetim’in dünyada kullanılan en etkili metodolojisi Altı Sigma’dır. Altı Sigma yaklaşımı, toplam kalite yaklaşımına alternatif değil, TKY felsefesin ileri düzeyde uygulanmasına yardımcı olacak bir araçtır. Altı Sigma araçları, toplam kalite yönetiminin temel kavramlarından olan süreç yönetimi, sürekli iyileştirme ve takım çalışmasına metodolojik bir yaklaşım getirmektedir.
Altı Sigma metodolojisinin en önemli kriterlerinden biri de, kritik müşteri beklentilerinin karşılanmasıdır. İş dünyasında rekabetin şartı müşterilerin ihtiyaçlarını doğru tespit etmekten, bu ihtiyaçları rakiplerden çok daha hızlı, kaliteli aynı zamanda da daha ekonomik şekilde karşılamaktan geçiyor. Altı Sigma bu amacı engelleyen her şeyi problem olarak görüyor. Kuruluşların hem kârlılığına hem de pazar payına olumsuz etki eden problemleri doğru olarak teşhis edebilme, tanımlayabilme, önceliklendirebilme ve bu problemleri sürat ve başarıyla çözebilme becerisini en üst düzeye çıkarmayı amaçlıyor. Müşterilerinin ihtiyaçlarını doğru tespit etmeyi ve sorunlu alanlarda iyileştirme sağlamayı amaçlayan her kuruluşun Altı Sigma uygulaması gerekiyor. Altı Sigma kuruluşlara bir yandan müşteri memnuniyetinin yükseltilmesi diğer yandan verimlilik artışı ve buna bağlı olarak mali açıdan kazanç elde etme imkanı sunuyor.
Altı Sigma, şirketin kritik süreçlerindeki sorunların çözümüne ve performansın yükseltilmesine odaklanan projeler ile uygulanır. Bu metodoloji kapsamında, şirketin stratejik hedeflerine hizmet edecek projeler parasal hedefleri ile birlikte belirlenir. Tamamlanan projelerin getirileri, şirket faaliyet kârının artırılmasını sağlamaktadır. Ayrıca, Altı Sigma projelerinin uygulanmasında (MS Project, SSMS v.b.) bir proje yönetim yazılımı da kullanmak gerekiyor. Altı Sigma uygulama sürecinde projelere destek olan takım elemanlarına Yeşil Kuşak adı verilir.
Altı Sigma’da başarı için kritik role sahip olan Kara Kuşak’tır. Kara Kuşaklar, içerik olarak oldukça yoğun bir eğitimden geçerek bu göreve hazırlanırlar. Proje yöneticisi olarak görevlendirilen Kara Kuşak adayları, aldıkları eğitimlere paralel olarak proje hedeflerine ulaşmak için Altı Sigma araçlarını kullanırlar ve başarılı olabilmeleri için proje hedeflerine ulaşmaları gerekir. Kara Kuşaklar, kuruluşun performansını olumsuz etkileyen öncelikli problemleri bir daha ortaya çıkmayacak şekilde çözmeye odaklı çalışmalar yürütürler.
Programın operasyonel sahibine ve sorumlusuna ise Şampiyon deniliyor. Sponsor ya da Şampiyon, şirketin üst düzey yönetim kadrosundan bir kişi olabilir. Sorumluluğu programın başarıyla uygulanmasını sağlamaktır. Görevi, bu amaç için gerekli tüm plan, kaynak aktarımı ve altyapının sağlanmasıdır. Altı Sigma uygulamasından beklenen yararın elde edilebilmesi için, öncelikle üst yönetimin gerekli altyapıyı hayata geçirmesi gereklidir. Altı Sigma uygulaması için öncelikle kurumda gerekli kültürel değişim oluşturulmalıdır. Kurum kültüründe gerekli değişim sağlanmadan, bu uygulamanın başarılı olması beklenemez.
Altı Sigma uygulayan şirketler milyonlarca dolar tasarruf sağlamış, üretkenlik, verimlilik, etkinlik, kalite ve müşteri memnuniyetinde dikkat çekici artışlar yaşamışlardır. Toplam Kalite Yönetimi yaklaşımın dünyada ulaştığı en son aşama olarak kabul edilen Altı Sigma felsefesi, Türkiye için oldukça yeni bir kavram olsa da ülkemizde Altı Sigma’yı başarıyla uygulayıp iş süreçlerini daha kusursuz hale getiren firmalar var. Liderliği ve performansı temel alan Altı Sigma, sadece büyük şirketlerin değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerin de başarıyla uygulayabileceği bir esnekliğe sahip. Altı Sigma uygulamalarının sektör ya da departman sınırlaması da yoktur. Mükemmel olmayı hedefleyen bir kalite ölçümü olan Altı Sigma’yı isteyen herkesin firmasında uygulayabileceğini ve firmanızın sonsuza dek değişebileceğini de unutmamak gerek.
10 Ekim 2010 Pazar
AVRUPALI GÖZÜNDEN TÜRKİYE
Yeryüzünden silmek istediğim iki millet vardır. Bunlar İspanyollar ve Türklerdir.” ABD Başkanı Truman
Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar vakti gelince onları yargılayıp cezalandıracaktır. Türk Ordusu Şeytan'ın Ordusudur. Martin Luther
İnsanlar arasında Türkler, anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar ve anlamaya da çalışmazlar. L.Cahun
Bir Türk bir Hıristiyan’a karşı gerçek bir dostluğa yetenekli değildir. Paul Rycau
Türkler, Hıristiyanlığın, sanat ve bilimin doğal, ezeli ve yeminli düşmanıdır. Bu nedenle onları Avrupa'dan kovmak gerektir. Ancak önce taksim konusunda anlaşılmalıdır. Jean Louis Carra
Oradan Türkler geçti: Her şey harabe ve matem. Victor Hugo
Avrupa' da, Asya' da ve hatta Afrika' da herhangi bir ülkeye yerleşen Türk hâkimiyetini her zaman, o ülkenin refahının azalması ve kültür seviyesinin alçalması izlemiştir. Bunun aksini gösteren tek bir örnek yoktur. Türk galip geldiği her yeri harabeye çevirmiştir. Georges Clemanceau
Türkler Avrupa'dan atılmalıdır. Amerika'lı senatör Lodge'un dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan, harplerin yaratıcısı, komşuları için bir küfür olan Türkler Avrupa'dan silinmelidir. Lord Curzon
Ermenilere yapılacak yardım, 1453'te Müslümanlar tarafından alındıktan sonra bile bir Hıristiyan şehri olarak kalan İstanbul'un Türklerden temizlenmesi için yardımcı olacaktır. Lord Byrce
Geleceğin Avrupa'sında Türkler asla yer alamayacaklardır. Lord Owen
Fanatik ve cahil insanlar. Barbar millet. Türkler her zaman Türk kalacaklardır ve Avrupalılaşamayacaklardır. Parlamentoları var diye Türkler'e zaaf göstermeyelim. Ne tip insan olduklarını unutmayalım. Lord Salisbury
Türkiye'ye gerçek söylenmiyor. Türkiye'nin adaylığını kabul edelim diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye'nin AB'ne asla üye olamayacağı yönündedir.
Avrupalı yöneticilerin büyük bir kısmı Türkiye'nin bu projede yeri olmadığını biliyorlar ve bir araya geldiklerinde bunu dile getiriyorlar. Valerie Giscard d'Estaing
Avrupa'nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye'nin yeri yoktur. Bu ülkenin küreselleşmenin temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslararası kardeşliği içine sindirmediğini de görmeliyiz. Türkiye'nin birliğe girmesine asla izin verilmemelidir. Aydınlanma Türkiye'ye ulaşmadı, ulaşmayacaktır. Helmuth Schmidt
Biz hala Avrupalı olmayı arzulayalım!!Yazık.
Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar vakti gelince onları yargılayıp cezalandıracaktır. Türk Ordusu Şeytan'ın Ordusudur. Martin Luther
İnsanlar arasında Türkler, anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar ve anlamaya da çalışmazlar. L.Cahun
Bir Türk bir Hıristiyan’a karşı gerçek bir dostluğa yetenekli değildir. Paul Rycau
Türkler, Hıristiyanlığın, sanat ve bilimin doğal, ezeli ve yeminli düşmanıdır. Bu nedenle onları Avrupa'dan kovmak gerektir. Ancak önce taksim konusunda anlaşılmalıdır. Jean Louis Carra
Oradan Türkler geçti: Her şey harabe ve matem. Victor Hugo
Avrupa' da, Asya' da ve hatta Afrika' da herhangi bir ülkeye yerleşen Türk hâkimiyetini her zaman, o ülkenin refahının azalması ve kültür seviyesinin alçalması izlemiştir. Bunun aksini gösteren tek bir örnek yoktur. Türk galip geldiği her yeri harabeye çevirmiştir. Georges Clemanceau
Türkler Avrupa'dan atılmalıdır. Amerika'lı senatör Lodge'un dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan, harplerin yaratıcısı, komşuları için bir küfür olan Türkler Avrupa'dan silinmelidir. Lord Curzon
Ermenilere yapılacak yardım, 1453'te Müslümanlar tarafından alındıktan sonra bile bir Hıristiyan şehri olarak kalan İstanbul'un Türklerden temizlenmesi için yardımcı olacaktır. Lord Byrce
Geleceğin Avrupa'sında Türkler asla yer alamayacaklardır. Lord Owen
Fanatik ve cahil insanlar. Barbar millet. Türkler her zaman Türk kalacaklardır ve Avrupalılaşamayacaklardır. Parlamentoları var diye Türkler'e zaaf göstermeyelim. Ne tip insan olduklarını unutmayalım. Lord Salisbury
Türkiye'ye gerçek söylenmiyor. Türkiye'nin adaylığını kabul edelim diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye'nin AB'ne asla üye olamayacağı yönündedir.
Avrupalı yöneticilerin büyük bir kısmı Türkiye'nin bu projede yeri olmadığını biliyorlar ve bir araya geldiklerinde bunu dile getiriyorlar. Valerie Giscard d'Estaing
Avrupa'nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye'nin yeri yoktur. Bu ülkenin küreselleşmenin temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslararası kardeşliği içine sindirmediğini de görmeliyiz. Türkiye'nin birliğe girmesine asla izin verilmemelidir. Aydınlanma Türkiye'ye ulaşmadı, ulaşmayacaktır. Helmuth Schmidt
Biz hala Avrupalı olmayı arzulayalım!!Yazık.
11 Eylül Saldırısı Belgeseli Yalanlar ve Gerçekler
11 Eylül Saldırısı Belgeseli Yalanlar ve Gerçekler
ABD’deki İkiz Kulelere yapılan saldırıların Afganistan’a açılaması planlanan savaş için bir KOMPLO olduğunu sanırım hepimiz bilmekteyiz…
Bunun en basit göstergesi, 45 dakika arayla iki kulenin vurulması… Nasıl olur da ABD gibi hava savunmasında bir dev olan ülke 45 dakika arayla iki kez ard arda vurulmuştur?
40 km hava koruma sahası ve uçuş yasağı olan Pentagon’un yine uçaklar ile vurulduğu iddia edilmiş fakat bu iddia nedense bir türlü ispat edilememiştir.
Sonunda El-Kaide ismiyle tüm Müslümanların suçlu gösterildiği bir ortam oluşturulmuş ve Afganistan işgal edilmiştir
Yukarıdaki linke tıklayarak tüm gerçekleri izleyebilirşiniz.
ABD’deki İkiz Kulelere yapılan saldırıların Afganistan’a açılaması planlanan savaş için bir KOMPLO olduğunu sanırım hepimiz bilmekteyiz…
Bunun en basit göstergesi, 45 dakika arayla iki kulenin vurulması… Nasıl olur da ABD gibi hava savunmasında bir dev olan ülke 45 dakika arayla iki kez ard arda vurulmuştur?
40 km hava koruma sahası ve uçuş yasağı olan Pentagon’un yine uçaklar ile vurulduğu iddia edilmiş fakat bu iddia nedense bir türlü ispat edilememiştir.
Sonunda El-Kaide ismiyle tüm Müslümanların suçlu gösterildiği bir ortam oluşturulmuş ve Afganistan işgal edilmiştir
Yukarıdaki linke tıklayarak tüm gerçekleri izleyebilirşiniz.
8 Ekim 2010 Cuma
BU ÇOCUKLAR GERÇEKTEN MUHTEŞEM
Bu çocuklar gerçekten muhteşemler; yetenek ise yetenek , azim ise azim , sempatiklik ise sempatiklik.Gerçi ben bu çocuklardan çok umutluydum ama herhangi bir yerde çıkmadılar şu ana kadar.
Ruffles olsun Cola olsun bu çocukları reklamlarında kesinlikle kullanmalılar.
Yaşları reşit isede bence Karaoke barlarada çıkabilirler , ben o bara giderim arkadaş!!
DÜNYANIN EN MEŞHUR SERİ KATİLLERİ!!
"Ben masumum. Umarım size de tecavüz ederler bok çuvalları"
"Onların paralarını çaldım, onları öldürdüm ve yine yapacağım ve başka birini öldüreceğimi biliyorum çünkü uzun süre insanlardan nefret ettim."
"Yaptığım her şeyin altında korkunç bir öfke yatıyor. İdam edilmem gerek çünkü eğer hapisten çıkacak olursam yine cinayet işlerim."
Tam adı "Aileen Carol Wuornos" olan ve ABD'nin en ünlü kadın seri katillerinden biri olarak görülen eşcinsel, hayat kadını. 1989-1990 yılları arasında cinsel ilişkiye girdiği bazı kişileri öldürdüğü, ve cesetlerini ormanda sakladığı ortaya çıkmıştır. 7 kişiyi öldürdüğü iddia edilse de, iki kişinin cesedi bulunamamış ve Wuornos 5 kişiyi öldürmekten yargılanmıştır.
Çoğu kişiye göre Amerika’nın ilk kadın seri katili çoğu kimseye göre de yalnızca şiddet gördüğü için vahşileşen bir kurbandır. Kişilik gelişiminde "Nurture" çıkmazının etkisi söz konusu olduğunda, bariz bir bicimde "nurture" yani yetiştirilme şartlarının olağan dışılığını ispatlayacak bir hayatı olmuştur.
ALBERT DESALVO
Boston Strangler-Boston Kasabı-Boğucu
1931 -1973
"Ben mi? Ben kadınlara zarar vermem. Ben kadınları severim."
İşe cinsel tacizle başladı. Manken ajansına Model arıyormuş gibi kapı kapı dolaşıp kadınların beden ölçüsünü alır ve bu sırada vücutlarına dokunduğu kadılara cinsel taciz yapıyordu. Bu yüzden kısa bir hapis dönemi geçirmiş ve çıktığında tecavüzcülüğe terfi etmiştir.1960’ların başında New Englan’da yüzlerce kadına saldırdı. Bu sırada yeşil işçi kıyafetleriyle dolaştığı için kendisine ‘Yeşil Adam’ deniyordu.
1962’de lakabı artık ‘Boston Canisi’ idi. O artık 18 ayda 13 kadını vahşice öldüren tatlı dilli bir sadistti.
Onun vahşiliği daha çocukluk yıllarında ortaya çıkmaya başlamıştı. Bir köpek yavrusunu bir kediyle aynı sandığa kapatır ve kedinin, köpeğin gözlerini çıkarmasından zevk alırdı.
Ordudayken evlendi. En vahşi cinayetleri işlediği sırada bile normal bir koca ve baba gibi görünmeyi başarabiliyordu.
Onun şeytani bir libidosu vardı. Günde en az 6 kez Seks yapmak istiyordu.
İlk cinayetlerinde tamirci olarak gittiği evlerde tatlı diliyle kandırdığı orta yaşlı kadınları hedef aldı. Onlar tecavüz edip boğduktan sonra, vücutlarını kesiyor, cinsel organlarına şişe ve benzeri maddeler sokuyor ve boğmakta kullandığı naylon kadın çoraplarıyla çenelerinin altına bir çeşit fiyonk yapıyordu. Bu bir çeşit imzaydı.
ALBERT FİSH
Hamilton Fish, Hannibal Lector, Albert Fish
Albert Fish Early 1900's
"Gerçek acının son aşaması olarak gördüğüm ölüm fikrini çok sevdim"
1870 Washington doğumlu seri katildir. Beş yaşındayken babası öldüğünde onu bir yetimhaneye yerleştirdiler. Burada geçirdiği çok sıkıntılı iki yıl onun psikolojisini bozdu. Yedi yaşına geldiğinde annesine teslim ettiler. Ancak korkunç baş ağrıları çekiyordu. Liseyi bitirdikten sonra ülkede yolculuk yapmaya ve ufak tefek işlerde çalışmaya başladı. Bu durum ona suç işlemek için mükemmel bir fırsat sunuyordu.
ANDREI ROMANOVICH CHIKATILO
Rustov Kasabı-Vahşi Kızıl
İnsanlar beni tanımıyor. Tanıdıklarını sanıyorlar ama, tanımıyorlar”
"Ben doğanın bir hatasıyım, deli bir hayvanım”
"Yaptıklarımı cinsel bir tatmin için değil, daha çok huzur bulabilmek için yaptım"
Oğlanlar ve savunmasız genç kızları hedef olarak seçmişti. Çoğu zaman onları evlerine bırakmak, karınlarını doyurmak ve yardım etmek bahanesiyle otobüs duraklarından yollardan alıp, ıssız yerlere ormanlara götürürdü. Burada onlara hayal gücümüzü zorlayan kötülükler yapıyordu. Dillerini kesiyor, meme uçlarını ısırarak koparıyor, cinsel organlarını yiyor, gözlerini çıkarıyordu. Bu saydıklarımız sadece onun yaptıklarından birkaçıdır. 1984’te dört haftalık bir dönemde 6 genç insanı doğramıştır.
ANDREW PHİLLİP CUNANAN
31 Ağustos 1969’da doğdu. California San Diego’da zenginlerin yaşadığı Bir semtte büyüdü. Dört kardeşin en küçüğüydü. İyi bir eğitim aldı. Zeki bir beyin üstün bir hafıza, rahat sevimli tavırlar ve temiz bir görünüşü vardı. Eski bir donanma mensubu olup sonradan borsa simsarlığı yapmaya başlayan babası, oğlunu bir kilise mensubu olarak tanımlıyor, Annesi Mary Ann ise onun 6 yaşındayken incil okumaya başladığından söz ediyordu. Alçak gönüllü ve iyi bir öğrenciydi. Ama ilgi çekmeye meraklıydı. Unutulmayacak bir insan olmak istiyordu.
CARL PANZRAM
"Keske tüm insanligin tek bir boynu olsaydi ve o da benim elimde olsaydi"
“Bütün bunlarin hiçbiri için en ufak bir pismanlik ve üzüntü duymuyorum”
“Biraz düsünmek için bir kenara oturmustum. Orada otururken 11 ya da 12 yasinda bir çocuk geldi. Bir seyler ariyordu. Buldu da. Onu birkaç yüz metre uzaklikta bir tas ocagina götürdüm. Onu orada biraktim, ama önce tecavüz ettim, sonra da öldürdüm. Onu biraktigim sirada beyni kulaklarindan çikiyordu ve asla bundan daha ölü olamazdi.”
1920’lerin sonlarindaki son hapis cezasi sirasinda, isledigi 21 cinayeti, sayisiz agir suçu ve binden fazla fiili Livatayi itiraf etmistir.
CHARLES MANSON VE AILESI
“Bana tepeden bakarsaniz, bir aptal görürsünüz. Bana asagidan bakarsaniz, tanrinizi görürsünüz. Bana tam karsimdan bakarsaniz, kendinizi görürsünüz”(Charles Manson)
“Vay be, hakikaten uçtum.”
(Manson ailesinin üyesi Susan Atkins, Sharon Tate’in ellerine bulasan kanini yaladiktan sonra bu sözü söylemistir)
Manson, cani manyaklar arasinda en özel olanidir. Ona daimi kötü ününü kazandiran cinayetler – 1960’larin en sok edici olan 1969 Tate-LaBianca cinayetleri – aslinda baskalari tarafindan islenmisti; kendisi ala bir silah ateslememis veya biçak kullanmamistir. Fakat onun karanlik cazibesinin kaynagi tam olarak budur: köle gibi kendisini takip eden ve onun en kanli emirlerini yerine getirmeye hazir olan müritleri üzerindeki etkisi. Esasinda Manson bazi büyülü sözler söyleyen zeki bir dolandiricidan daha fazlasi olmamasina ragmen, kendisini seytani bir Mesih, habis bir mürsit yapmisti; o, baris, ask ve çiçeklerin gücü vaazlariyla baslayip Rosemary nin Bebegi, Seytan ve “Sympathy for the Devil” gibi satanist fantezilerle sona eren bir dönemin en karanlik güdülerinin vücut bulmus haliydi.
DAVID BERKOWITZ
“Ben Sam’in ogluyum. Küçük bir veledim.”
“Onlari incitmek istemedim. Onlari sadece öldürmek istedim”
Dehset, 29 Temmuz 1976’da Bronx’ta iki genç kadin bir arabanin içinde vurulmus olarak bulununca basladi. Arabalarin içindeki genç çiftler ve genelde sevgililer hedef olarak seçilmekteydi. Bir seferinde evlerinin önünde merdivenlerde oturan iki genç kadini öldürdü. Bir defasinda da okuldan eve gitmekte olan genç bir kadini vurdu. Kadin dehset içinde elindeki kitapla yüzünü kapatti. Katil ates etti ve önce kitap parçalandi, sonra kadinin kafasi. Bu saldirilar sona erdiginde New York’lu 6 genç ölmüs, 7 genç ise agir yaralanmisti.
New York’un eglence aleminin en hareketli yillariydi. Insanlar, apartman topuklu ayakkabilar, bol elbiseler giyiyor, küçük aynalardan yapilmis bir küre tavanda dönerken Be Gees müziginde dans ediyorlar ve bu muhtesem sehrin gecelerinin tadini çikariyorlardi. 1976-1977 yillarinda elinde bir 44’lügü olan biri sokaklarda dolasip insanlari öldürmeye baslayinca herkesin tadi kaçti. Ve ona ‘44 Kalibrelik Katil’ adini taktilar.
13 ay boyunca New York u dehsete düsüren dengesiz katil. Temmuz 1976 - Mart 1977 arasinda faaliyet göstermistir. Ufak tefek olup paranoyak ve sizofrendir. Mahkeme akli dengesinin yerinde olduguna karar verip 365 yil hapse mahkum etmistir.
“Hep durmak istedim, ama yapamadım. Başka bir heyecan veya mutluluk kaynağım yoktu.”
“Ölümlere sebep olan rüyalar üretiyordum. Benim suçum buydu“
İngiliz seri katil. Britanyalı Jeffrey Dahmer olarak ta bilinen Nilsen 15 genç erkeğin öldürülmesinden suçlu bulunmuştur. Temel olarak bakıldığında standart seri katil profiline hiç uymuyordu. Çocukken hayvanlara işkence edilmesinden hoşlanmazdı. Daha sonra işgücü hizmetleri komisyonu için çalışarak kendisini zor durumda olanlara yardım etmeye adamıştı. Cinayetleri de incelendiğinde öfke ve nefretten ziyade tuhaf bir sevgiden kaynaklandığı görülmektedir.
DR. HENRY HOWARD HOLMES
“Ben içimdeki kötülükle doğdum. Katil olduğum gerçeğinin önüne geçemiyordum; tıpkı bir ozanın ilhamını bastıramayıp şarkı söylemesi gibi.. Dünyaya gözlerimi açtığım yatağın yanında şeytan benim arkadaşım olarak beklemekteydi ve o günden beri benimle beraber.”
Kendisine Dr.H.H.Holmes diyen bu adamın Amerikan suç tarihinde önemli bir yeri vardır. Belgelenen ilk seri katildir. Asıl adının Herman Mudgett olduğu, Mew Hampsire’de küçük bir köyde doğduğu, diğer sosyopatlar gibi çocukluğunda küçük canlılar üzerinde deneyler yapmaktan zevk aldığı bilinmektedir.
Yirmili yaşlarında tanıdığı genç bir kadınla evlendi. Bir yıl sonra onu terk etti. Vermont’da bir yıl üniversiteye devam ettikten sonra, Ann Arbo’daki Michigan üniversitesinden 1884 yılında Doktor olarak mezun oldu. Bu süre içinde iyi bir dolandırıcı olmuş ve sigorta şirketlerinden binlerce dolar tokatlamayı başarmıştı. Yöntemi basitti. Hayali bir kişi için bir sigorta poliçesi alıyor, ardından bir ceset ele geçiriyor ve cesedin poliçe sahibi olduğunu söyleyerek parayı alıyordu.
EARL LEONARD NELSON
“Bana haksızlık edenleri affediyorum”
Namı diğer Goril Katil, Amerikan suç kayıtlarında tarihi bir yeri vardır. Yirminci yüzyılın ilk seri katiliydi. 1926 Şubatında, onu ülkenin bir ucundan diğer ucuna ve oradan da Kanada’ya götürecek on sekiz aylık çılgın bir yolculuğa çıkmıştı. Yol boyunca en az 22 kadını öldürmüştür. Bu elli yıl boyunca kırılamayacak feci bir rekordu.
Nelson henüz bir bebekken ailesi frengiden öldüğünden onu annesinin ailesi büyütmüştü. İçine kapanık tuhaf bir çocuktu. Okula tertemiz kıyafetlerle gider ve paramparça elbiseleriyle bir serseri gibi dönerdi. Bisikletiyle gezerken bir troleybüsün çarpması neticesi kafasına ağır bir darbe aldığında hareketleri iyice tuhaflaştı.
EDMUND KEMPER
“Yalnizca büyükannemi öldürmenin nasil bir his oldugunu merak ettim”
1963 Agustos’unda Edmud Kemper 15 yasindayken, büyükannesinin arkasina geçti ve büyük bir rahatlikla onu basinin arkasindan vurdu. Emin olmak için onu birkaç kez de biçakladiktan sonra sakince büyükbabasinin isten dönmesini bekledi ve sonra da onu vurdu. Nedeni? Polise yaptigi açiklama, “Yalnizca büyükannemi öldürmenin nasil bir his oldugunu merak ettim” Seklindeydi.
Geriye dönüp bakildiginda, bu öldürücü hislerin patlamasi çok sasirtici görünmemektedir. Çocuk yaslarindan itibaren Kemper, annesinin iyimser bir ifadeyle söyledigi üzere “Tam anlamiyla tuhafti.” Çocukken en sevdigi oyunlardan biri, gaz odasinda boguluyormus rolü oynamakti. Kiz kardesinin bebeklerinin kollarini ve bacaklarini kesmekten de büyük zevk alirdi.
10 yasina geldigi zaman, bir kediyi palayla parçalayip ayirdigi parçalari gardirobuna koyarak hayvanlara iskence yapmaya bayiliyordu. Baska bir kediyi de canli canli gömmüs, ardindan –cesedi tekrar çikardiktan sonra –basini kesip onu magrur bir sekilde yatak odasinda sergilemistir.
Büyükannesini ve büyükbabasini öldürmesinden sonra akli dengesinin yerinde olmadigina karar verilen Kemper, 1963’te maksimum güvenlikli bir akil hastanesine kapatildi. Yalnizca 6 yil sonra saliverildi. Fiziksel olarak çok çarpici bir degisiklige ugramisti. Artik boyu 2.05, kilosu 150 olan bir insan azmaniydi. Ancak psikolojik olarak, eskisi gibiydi. Nekrofili fantezileriyle dolu, sadist bir psikopat.
EDWARD GEIN
“Bana doğru gelen güzel bir kız görünce iki şey düşünürüm.
Bir yanım onunla çıkmak ona gerçekten iyi hoş davranmak gerektiği gibi davranmak ister.
Öteki yanım mızrağın ucuna geçirilmiş kafasının nasıl görüneceğini.”
Bir seri katil, belirli bir süre içinde en az 3 kişiyi öldüren biri olarak tanımlanıyorsa, bu durumda -- tanıma tam bağlı kalacak olursak – Edward Gein bir seri katil değildir; çünkü görünüşe göre yalnızca iki kadını öldürmüştür. Ancak işlediği suçlar o kadar sıra dışı ve tüyler ürperticiydi ki Amerika’yı neredeyse kırk yıldır etkisi altında tutmuştur.
Gein, sürekli olarak kendi cinsiyetinin günah dolu doğasını anlatıp duran, aşırı mutaassıp, hükmedici bir anne tarafından yetiştirilmişti. 1945’te öldüğü zamanı Ed tüm hayatını korkunç bir baskıyla yönlendiren bu kadının hala duygusal olarak esiri olan 39 yaşında bir bekardı. Annesinin odasının pencerelerine tahtalar çakan Gein, orayı sanki mabetmiş gibi muhafız etti. Ancak evin geri kalan bölümler kısa zamanda çılgın bir adamın sapkınlıklarla dolu mezbahasına dönüştü.
ELIZABETH BATHORY
1560-1614 yillari arasinda yasamis olan Macar kontesi. Bazilari o'nun seytandan daha kötü oldugunu söyleseler de, isledigi suçlar "kötü" kavraminin çok ötesindeydi. Bram Stroker, vampirler hakkindaki romaninin arastirmasini yaptigi siralarda Sabine Baring -Gould'un "The Book Of Werewolves " adli kitabina rastladi. Bu çalismada "Blood Countess" denilen merhametsiz bir kadinin yaptiklari anlatiliyordu. Görünüse bakilirsa bu hikaye Stroker'in Kont Drakula'yi yaratmasinda esin kaynagi olmustur. Gerçekte Elizabeth'in kuzeni Stephan Bathory bir gün Transilvanya'da bir prens olacakti. FRITZ HAARMANN
Elizabeth iyi egitim görmüs, akilli bir kadin olmasina ragmen çok acimasiz ve zalim bir kisilige sahipti. Anlasilan kocasinin ölümünden sonra ortaya çikan ölüm korkusuyla, usaklarina ve kölelerine karsi sadist davranislar içersine girmisti. Sonsuzluk ya da uzun hayat olmazsa bile en azindan kan banyosu yaparak genç görünümlü bir ten elde etme çabasindaydi. Kocasi bir asker olarak, savasta esir düsmüs Türk askerlerine duygusuzca iskence ederdi ve Elizabeth aslinda, nasil zulmedilecegi hakkinda bilgileri kocasindan almisti.
Söylendigine göre Bathory, çok sayida kadin öldürmüs ve yaptigi insanlik disi eylemlerinde kendinden mevki olarak asagidaki kimseler tarafindan yardim görmüstür.
Yirminci yüzyilin en kötü söhretli sehvet katili olan Haarmann 1879 yilinda Almanya’nin Hannover kentinde bir isçi ailesinin çocugu olarak dünyaya gelmisti. En büyük zevki bir kiz çocugu gibi giyinmek olan asik suratli, fazla zeki olmayan bir çocuktu. 17 yasinda çocuk tacizcisi olarak tutuklanmasinin ardindan bir akil hastanesine yatirildi. Alti ay sonra buradan kaçip Isviçre’ye gitti, sonra da Hannover’e geri döndü.
Bir süre boyunca saygin bir hayat sürmeye gayret etti; Puro fabrikasinda bir is buldu ve genç bir kizla nisanlandi. Ama bu göreceli normal dönem uzun sürmedi. Nisanlisini terk ederek orduya katildi. 1903 yilinda tekrar Hannover’e döndügünde irili ufakli suçlarla dolu bir hayatin içine atildi. Yirmili yaslar boyunca yankesicilikten hirsizliga uzanan türlü suçlar nedeniyle devamli hapse girip çikti. Birinci Dünya Savasi’ni demir parmakliklar arkasinda geçirdi.
1918’de hapisten çikti, dogdugu sehre döndü ve bir kaçakçilik çetesine katildi; çetenin kaçirdigi mallar arasinda karaborsa sigir eti de vardi. Bu arada polise muhbirlik de yapmis ve bu ek isi ona yasa disi faaliyetlerine karsilik bir koruma saglamistir. Ancak 1919’da yatakta genç bir erkekle yakalaninca tekrar hapse gönderildi.
Dokuz ay sonra hapisten çikinca, Haarmann daha önce hiçbir sekilde örnegi görülmemis sapkinliktaki kariyerine basladi. Hannover’in suç batagi olan eski mahallesinde yasayan Haarmann, Hans Grans adinda escinsel bir erkek fahisenin esiri oldu. Bu ikili beraberce savasin yiktigi sehri dolduran genç erkek göçmenleri avlamaya çiktilar. Her ne kadar Haarmann 27 cinayetle suçlandiysa da, en az 50 cinayetten sorumlu olmasi muhtemeldir. Kurbanlarini öldürme yöntemi her seferinde ayniydi.
HAROLD SHİPMAN
Bütün şüphelerin ötesindeki katil
İngiliz Doktor Harold Shipman’ın 27 yıllık meslek hayatında 250 kişiyi öldürdüğü raporla belgelendi. Yakın tarihimizin en ilginç seri katili olarak da değerlendirilen Shipman, İnglitere’nin Manchester bölgesinde doktorluk yapıyordu.
“Bütün şüphelerin ötesindeki katil” olarak da nitelendirilen Dr. Shipman hakkındaki rapor hakim Janet Smith tarafından hazırlandı. Shipman’ın 1971-1998 yılları arasında toplam 250 kişiyi öldürdüğü tahmin ediliyor. Shipman’ın hastalarını yüksek dozda morfinle öldürdüğü belirlendi.
Dünya tarihinde bir tek seri katil Shipman’dan daha fazla insan öldürdü. O da Kolombiyalı Pedro Lopez Monsalve. 1980 yılında yargılanan Monsalve’nin 1970’li yıllarda Kolombiya, Peru ve Ekvator’da 300 kişiyi öldürdüğü belgelenmişti. Monsalve, 60 kız ve erkek çocuğunu tecavüz ettikten sonra öldürmüştü.
Dr. Shipman hakkında şimdiye kadar beş rapor daha hazırlandı. Hakim Smith hazırladığı yeni raporunda Shipman’ın 15 yeni cinayet daha işlediğini belgeledi. Bu cinayetlerin ise İngiltere’nin Yorkshire bölgesinde 1971-74 yılları arasında henüz genç bir doktorken gerçekleştiği belirlendi.
İntihar etti
JEFFREY LIONEL DAHMER
"Onlari yedigimde içimde tekrar dirileceklerini umut ediyordum"
"Bu yaptiklarimi bir insanin yapabilecegine inanmam çok zor"
21 Mayis 1960'de dogdu. Babasi Kimya Mühendisi, annesi psikolojik problemleri olan isterik bir kadindir. Annesi bütün gün yatakta, babasi laboratuarda oldugu için Jeffrey kendi kendine büyümüstür denilebilir. Sik sik tasinirmis Dahmer ailesi, Ohio'ya geldiklerinde 8 yasindayken yasli bir komsulari tarafindan tecavüze ugramisti ve bunun intikamini tüm insanliktan almaya çalisti. Asiri sorunlu ve kendini ifade etme yetersizligiyle dolu bir ergenlik döneminden sonra sonunda kendini en iyi ifade edebilecegi yöntemi kesfetti. Sanildiginin aksine hiçbir davranisinda cinsel güdüleri onu yönlendirmedi. Homoseksualiteye karsi olan tepkisini zorla homoseksüel iliskiye girmek ve öldürmek gibi davranis bozukluklariyla gösterdi ve bu sekilde kendini ifade etti. O bir homoseksüel degildi.
18 yasinda basladi cinayetlerine. Ilk kurbani bir otostopçu gençtir. Zaten bu ilk cinayette olayi asmistir Jeffrey, otostopçu çocuk iliski teklifini reddedince demirle kafasina vurup öldürmüs, sonra iliskiye girmis, ardindan mutfak biçagiyla parçalamis ve bu parçalari asit dolu bir fiçida eritmistir. Kemiklerini ise çekiçle ezip bahçeye gömmüstür. Arada bir polisin dikkatini çekmistir. 1986’da ortalik yerde mastürbasyon yaptigindan dolayi bir ceza almistir.
En aci vakalarindan birisi* sudur: 1988’de 13 yasindaki bir çocuga tacizden iki seneye mahkum oluyor, ama sonra "iyi halden" birakiliyor. Bundan 3 sene sonra o 13 yasindaki kurbanin küçük kardesini buluyor ve evine getirip öldürüyor.
JOHN WAYNE GACY
On bir yasinda basina yedigi bir darbeden sonra, kendini kaybettigi anlar yasamaya baslamisti. Zayif karakterli biri olarak taniniyordu. Sürekli yalan söylüyordu. Ikinci karisindan bosandiktan sonra evine davet ettigi oglanlara tecavüz edip öldürmeye basladi. Bunlarin yirmi yedisini evinin altina ve civarina gömmüstü. Kurbanlarinin kimiyle öldürmeden önce kimiyle de öldürdükten sonra iliskiye girmistir. Sag biraktigi kurbanlarindan biri onun pesine düstü ve Gacy tutuklandi.
Son zamanlarini hapishanedeki hücresinde resim yaparak geçirdi.
Çocuklari kendine hedef seçtiginden Amerika’nin en fazla nefret edilen seri katilidir. Bir hayir dernegi adina gönüllü çalisip çocuklari eglendirmek için palyaço kiligina girdiginden adi palyaço katil (Pogo The Clown) olarak kalmistir. Etrafinda zengin bir is adami ve iyi bir Katolik olarak taninan Gacy’nin evinin mahzeninde sans eseri yapilan bir arastirma sonucu 7 ceset bulunmus, sonunda polise cinsel iliski sirasinda ve sonrasinda toplam 32 erkek çocuga tecavüz edip öldürdügünü itiraf etmistir. 1978 yilinda tutuklanmis, 1980 yilinda toplam 33 cinayetten olum cezasina çarptirilmis ve 1994 yilinda da igne ile idami gerçeklesmistir.
RICHARD RAMIREZ
“Sizi ahmaklar beni hasta ediyorsunuz. Intikamim alinacak. Hepimizin içinde bir seytan yasar.”
Gece Avcisi olarak taninmistir. Karanlik evlere sizarak içeride uyuyanlari katlederdi. 1985 yilinin bahar ve yaz döneminde 6 aylik bir süre içerisinde Los Angeles sehrinde kimse kendini güvende hissedemedi. Önce evin erkegini öldürür, sonra da karisina her türlü sapikligi yapardi. Yaslari 30 ile 83 arasinda degisen kurbanlari silahla vurulmus, biçaklanmis, sopayla dövülmüs ve vahsi bir sekilde katledilmis olarak bulunuyordu. Bir defasinda bir kadinin gözlerini çikarmis ve bunlari hatira olarak yanina almisti. Bazen Kurbanlarinin üzerine Satanist Yazilar kazirdi.
1985 Agustosunun basi itibariyle, resmi olarak 12’den fazla cinayet isledigi kesinlesmisti. Birkaç hafta sonra bir saldir esnasinda adami basindan vurmus, kadina tecavüz etmis ve çiftin arabasiyla kaçmisti. Çalinan arabayi bulan polis, çok temiz bir parmak izi elde etti. Bu izler basit bir hirsiz olarak bilinen Richard Ramirez’in izlerine uyuyordu. Süpheli için tüm ayrintilari içeren bir bülten hazirlandi ve fotograflari yerel basinda yayinlandi.
31 Agustos 1985 tarihinde Ramirez Dogu Los Angeles’te Ispanyollarin yogun oldugu bir bölgede bir kadini arabasinin içinden kaçirmaya kalkti. Kadinin çigliklarini duyanlar onu tanidilar ve bir linç süreci basladi. Ancak Polis erken geldi ve onu öfkeli kalabaligin elinden kurtardi.
THEODORE ROBERT BUNDY
“Biz seri Katiller, oğullarınızız, kocalarınızız, biz her yerdeyiz. Ve yarın çocuklarınızdan daha çoğu ölmüş olacak.”
"Bazen kendimi vampir gibi hissediyorum"
Ruhsuz ama zekiydi, güzel giyinen ve kadınların ilgisini kolayca çeken bir cazibe sahibiydi. Gayrı meşru olarak doğmuştu ve annesi bunu ondan gizledi. Çocukluğu döneminde hayvanlara işkence eder ve kız kardeşini röntgenlerdi. Kendisi 12 yaşındayken 9 yaşındaki kaybolan arkadaşını da öldürmüş olabileceği yıllar sonra gerçek yüzü ortaya çıktığında düşünülmeye başlandı. Tecavüzcü ve seri katil olarak 36 kişiyi öldürdü. Belki de yüzlercesini. Yakalandı. 24 Ocak 1989'da Elektrikli Sandalyede İdam edildi. Hapishane duvarlarının dışında toplanan yüzlerce kişi onun idamını şampanya içerek kutladı.
KÜRESELLEŞME VE FAKİRLİK
Çalışmanın sadece bir zorunluluk ya da özgürlük meselesi değil aynı zamanda bir hak olduğu düşüncesi, sosyal hakların gelişmesiyle hayata geçen bir düşüncedir. Çalışma özgürlüğü kavramına anlam ve değer kazandıran da çalışma hakkıdır. Öte yandan çalışma hakkı birçok sosyo-ekonomik hakkın bağlandığı çok temel bir hak konumundadır. İşte bu nedenle sosyal devlet anlayışı ve uygulamaları da büyük ölçüde ücretli çalışma ekseni üzerine oturur. Çalışma hakkını kabul eden devlet anlayışı içinde devlet, işgücünün eğitimi, iş bulma, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işsizlik sigortası gibi birçok uygulamayı hayata geçirmek durumundadır.
Bu noktada devlet ile birey ilişkilerinin sosyal boyutu ortaya konmaktadır. Çalışma kavramının bir hak olarak kabul edilmesi beraberinde devlete bir takım yükümlülükler getirmektedir. Bu yükümlülüklerin uygulamadaki somut yansımaları, devletin uygulayacağı istihdam politikalarını ortaya çıkarmaktadır.
İşsizlik sorunu karşısında benimsenen yaklaşım ve politikaların bir ucunda, bu sorunun çözümünü ekonomik gelişmeye bırakan liberal yaklaşımlar yer alırken, diğer ucunda ise bu sorunu toplumsal bir sorun olarak kabul ederek istihdam politikalarına öncelik veren yaklaşımlar bulunmaktadır.
İşsizlik sorunuyla mücadele konusunda en etkili ve bilinen yöntem ekonomik büyümenin sağlanmasıdır. Ekonomide üretim ve yatırım alanlarının artması istihdam alanlarının da genişleyerek işsizlik sorununun azalmasına yol açar. Ancak ekonomik büyüme işgücü piyasasının bu sorununu çözmede tek başına da yeterli değildir. Aynı zamanda işsizliğin türüne göre bu sorundan en fazla etkilenen gruplara yönelik bazı istihdam politikalarının da uygulanması gerekmektedir. Nitekim ekonomik büyüme, aynı zamanda ileri düzeyde uzmanlaşma ve verimlilik artışını da beraberinde getireceğinden bazen işsizlik sorununun artışına da neden olabilir. İşte bu noktada devletin ekonomiye müdahale ederek korumacı bir tavır takınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Buradaki korumadan kasıt ise piyasanın işleyişine yapılacak olan doğrudan müdahalelerden ziyade, elde edilen toplam hasılanın adaletli dağıtımının sağlanması, toplumsal dayanışma ve kuşaklar arası eşitliği ifade eden sosyal güvenlik sistemini oturtmasını ifade etmektedir. Küreselleşme olgusu ile birlikte literatürde kendine sağlam bir yer edinen "rekabet edebilirlik" ve "işgücü piyasalarında esneklik" kavramları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde acımasız sonuçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Teknolojik gelişmeler ve işgücü verimliliğindeki artışlar nedeni ile bu ülkelerde, toplam çalışabilir nüfusun ancak %50'sinin istihdama katıldığı, buna rağmen işsizlik oranlarının %10-15 seviyelerinden aşağı inmediği gözlenmektedir. Bunun nedeni ise, az önce sözü edilen neo-klasik iktisadi teoremin uzantısı olan küreselleşme olgusu ile serbestleşen ticaret sonucu tüm dünya ticaretinin %80'inden fazlasını elinde tutan çokuluslu işletmelerin rolüdür. Artık ulus devletin koruyucu rolü kıskaç altına alınmıştır ve birçok ülke ürettiğinden fazlasını tüketmekle meşguldür.
Dünyadaki kural rekabet edebilmektir. Bunun yolu ise kaliteli malı ucuza üretebilmektir. Ancak can alıcı konu da tam burada devreye girmektedir. İşgücünün ve hammaddenin ucuz bölgelere ulaşma kabiliyetine sahip, sermaye birikimi yüksek olduğu için finansal dalgalanmalardan etkilenmeyen, güçlü bir lojistik ağı bulunan, merkezinin hangi ülkede olduğunu birçok üst düzey yöneticisinin dahi bilmediği çok merkezli bu devler karşısında, küçük şirketler pazara girememekte, pastadan alınan paya ortak olamamaktadırlar. Ayrıca artık ulus devlet de kendi ulusal sermaye birikimini oluşturabilmek için iç piyasa aktörlerini koruyamamaktadır; çünkü uluslararası örgütler aracılığıyla yapılan ticaret antlaşmaları müsaade etmemektedir. Sonuç ise, gelişmekte olan ülkelerde işletmelerin kapanması ve işsizlik sorununun katlanarak büyümesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak mevcut düzenin kendi sağlam temellerini attığı ve terazinin de dengeye gelmesinin zorlaştığı bir dönem yaşamaktayız. Öngörülür bir gelecekte de durumun çok da fazla değişmeyeceği söylenebilir. Bu senaryo içinde ise devlet kurumuna düşen görev, toplumsal birliğin sağlanması adına gereken asgari önlemleri almak olmalıdır. Türkiye'de resmi işsizlik oranları %11-12 civarında ve istihdama katılım oranı da %50'lerde olduğu sürece ekonominin rekabet edebilir bir düzeye gelmesi güç görünmektedir. Ekonominin içeride kendini besleyebilmesi ve huzurun sağlanması için bir takım aktif istihdam politikalarına ihtiyaç vardır. Zira işsizliğin olumsuz sonuçlarının ortaya çıkardığı yaraları sarmaya yönelik telafi edici politikalar oldukça gerekli olmakla birlikte hem çok büyük kaynak gerektirmekte hem de işsizlik oranlarının düşmesine destek olamamaktadır. İşte bu yüzden, ekonomik yapının ve üretim ilişkilerinin analiz edilerek, kişilere planlı bir mesleki eğitim verilmesi, işsiz kalanlara iş bulma danışmanlığının aktif bir biçimde sağlanması ve istihdam yaratıcı etkisi olan sektörlerle özel olarak ilgilenilmesi gibi konularda devlete çok iş düşmektedir. Türkiye'nin diğer birçok gelişmekte olan ülke gibi üstesinden gelmesi gereken en öncelikli alanlardan biri işsizlik sorunudur. Çünkü bu sorun aşılmadan ekonomik anlamda reformist atılımların gerçekleşmesi de muhtemel değildir
Bu noktada devlet ile birey ilişkilerinin sosyal boyutu ortaya konmaktadır. Çalışma kavramının bir hak olarak kabul edilmesi beraberinde devlete bir takım yükümlülükler getirmektedir. Bu yükümlülüklerin uygulamadaki somut yansımaları, devletin uygulayacağı istihdam politikalarını ortaya çıkarmaktadır.
İşsizlik sorunu karşısında benimsenen yaklaşım ve politikaların bir ucunda, bu sorunun çözümünü ekonomik gelişmeye bırakan liberal yaklaşımlar yer alırken, diğer ucunda ise bu sorunu toplumsal bir sorun olarak kabul ederek istihdam politikalarına öncelik veren yaklaşımlar bulunmaktadır.
İşsizlik sorunuyla mücadele konusunda en etkili ve bilinen yöntem ekonomik büyümenin sağlanmasıdır. Ekonomide üretim ve yatırım alanlarının artması istihdam alanlarının da genişleyerek işsizlik sorununun azalmasına yol açar. Ancak ekonomik büyüme işgücü piyasasının bu sorununu çözmede tek başına da yeterli değildir. Aynı zamanda işsizliğin türüne göre bu sorundan en fazla etkilenen gruplara yönelik bazı istihdam politikalarının da uygulanması gerekmektedir. Nitekim ekonomik büyüme, aynı zamanda ileri düzeyde uzmanlaşma ve verimlilik artışını da beraberinde getireceğinden bazen işsizlik sorununun artışına da neden olabilir. İşte bu noktada devletin ekonomiye müdahale ederek korumacı bir tavır takınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Buradaki korumadan kasıt ise piyasanın işleyişine yapılacak olan doğrudan müdahalelerden ziyade, elde edilen toplam hasılanın adaletli dağıtımının sağlanması, toplumsal dayanışma ve kuşaklar arası eşitliği ifade eden sosyal güvenlik sistemini oturtmasını ifade etmektedir. Küreselleşme olgusu ile birlikte literatürde kendine sağlam bir yer edinen "rekabet edebilirlik" ve "işgücü piyasalarında esneklik" kavramları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde acımasız sonuçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Teknolojik gelişmeler ve işgücü verimliliğindeki artışlar nedeni ile bu ülkelerde, toplam çalışabilir nüfusun ancak %50'sinin istihdama katıldığı, buna rağmen işsizlik oranlarının %10-15 seviyelerinden aşağı inmediği gözlenmektedir. Bunun nedeni ise, az önce sözü edilen neo-klasik iktisadi teoremin uzantısı olan küreselleşme olgusu ile serbestleşen ticaret sonucu tüm dünya ticaretinin %80'inden fazlasını elinde tutan çokuluslu işletmelerin rolüdür. Artık ulus devletin koruyucu rolü kıskaç altına alınmıştır ve birçok ülke ürettiğinden fazlasını tüketmekle meşguldür.
Dünyadaki kural rekabet edebilmektir. Bunun yolu ise kaliteli malı ucuza üretebilmektir. Ancak can alıcı konu da tam burada devreye girmektedir. İşgücünün ve hammaddenin ucuz bölgelere ulaşma kabiliyetine sahip, sermaye birikimi yüksek olduğu için finansal dalgalanmalardan etkilenmeyen, güçlü bir lojistik ağı bulunan, merkezinin hangi ülkede olduğunu birçok üst düzey yöneticisinin dahi bilmediği çok merkezli bu devler karşısında, küçük şirketler pazara girememekte, pastadan alınan paya ortak olamamaktadırlar. Ayrıca artık ulus devlet de kendi ulusal sermaye birikimini oluşturabilmek için iç piyasa aktörlerini koruyamamaktadır; çünkü uluslararası örgütler aracılığıyla yapılan ticaret antlaşmaları müsaade etmemektedir. Sonuç ise, gelişmekte olan ülkelerde işletmelerin kapanması ve işsizlik sorununun katlanarak büyümesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak mevcut düzenin kendi sağlam temellerini attığı ve terazinin de dengeye gelmesinin zorlaştığı bir dönem yaşamaktayız. Öngörülür bir gelecekte de durumun çok da fazla değişmeyeceği söylenebilir. Bu senaryo içinde ise devlet kurumuna düşen görev, toplumsal birliğin sağlanması adına gereken asgari önlemleri almak olmalıdır. Türkiye'de resmi işsizlik oranları %11-12 civarında ve istihdama katılım oranı da %50'lerde olduğu sürece ekonominin rekabet edebilir bir düzeye gelmesi güç görünmektedir. Ekonominin içeride kendini besleyebilmesi ve huzurun sağlanması için bir takım aktif istihdam politikalarına ihtiyaç vardır. Zira işsizliğin olumsuz sonuçlarının ortaya çıkardığı yaraları sarmaya yönelik telafi edici politikalar oldukça gerekli olmakla birlikte hem çok büyük kaynak gerektirmekte hem de işsizlik oranlarının düşmesine destek olamamaktadır. İşte bu yüzden, ekonomik yapının ve üretim ilişkilerinin analiz edilerek, kişilere planlı bir mesleki eğitim verilmesi, işsiz kalanlara iş bulma danışmanlığının aktif bir biçimde sağlanması ve istihdam yaratıcı etkisi olan sektörlerle özel olarak ilgilenilmesi gibi konularda devlete çok iş düşmektedir. Türkiye'nin diğer birçok gelişmekte olan ülke gibi üstesinden gelmesi gereken en öncelikli alanlardan biri işsizlik sorunudur. Çünkü bu sorun aşılmadan ekonomik anlamda reformist atılımların gerçekleşmesi de muhtemel değildir
ÇİN EKONOMİSİ NASIL GELİŞTİ??
Yüzölçümü ile dünyanın en büyük üçüncü ülkesi, nüfus bakımından ise dünyanın en büyük ülkesidir Çin Halk Cumhuriyeti. Oldukça ilgi çekici bir ülkedir. Tarihi ayrı bir efsane, ekonomisi ayrı bir efsanedir… Fakat ben Çin Halk Cumhuriyetinin ekonomisinden bahsetmek istiyorum.
Çin Halk Cumhuriyeti 1949 yılında kuruldu. O yıldan beri Çin ekonomisi hızlı bir gelişme gösterdi. Uzun yıllar Komünist Çin kapalı bir ekonomi yapısında idi. Mao’nun 1976’da ölmesiyle, Kültür Devrimine son verilmiştir. Kısa süren iktidar mücadelesinden Deng Xioaping galip çıktı. Deng, İktidar koltuğuna oturunca eski ekonomi usullerinin hepsini reddetti. 1978 yılı, Çin toplumu ve Çin ekonomisi için dönüm noktası idi. Dışa açılma politikasının uygulanmaya başlandığı 1978 yılından bu yana Çin ekonomisi her yıl yüzde dokuzu aşan büyüme hızıyla sürekli olarak gelişiyor. 1980'lerin başlarında, kolektif tarım uygulamasını durdurdu ve özel teşebbüse yeniden izin verdi.
1970’li yılların sonlarında, Deng liderliğinde başlatılan ekonomik reform, Çin ekonomisini rekor düzeyde genişletti. 2004 yılında bile Çin’in ekonomisi 1978 yılına kıyasla yirmi katlık bir büyüklüme göstermişti. Yüksek ithalat seviyeleri yerel pazardaki rekabeti artırdı. Şirketleri daha üretken olmaya ve uluslararası standartlarda üretim yapmaya yönlendirdi. Ama bu büyüme performansı aslında üç temel gerekçeye dayanıyordu. İlk neden: Çin, merkezi planlama anlayışını terk etti. Reform öncesi dönemde devlet fiyatları kontrol altında tutuyor, doğrudan verimliliğe müdahale ediyordu. Devlet her alanda etkindi, her şey devlet denetimindeydi, özellikle ekonomi. Fakat buugün artık her bir malın fiyatı pazar içinde belirleniyor. Verimli şirketler hızla büyürken, verimli olmayanlar yerinde sayıyor veya ortadan kayboluyor. İkinci neden: Çin son yirmi yılda çok ciddi yatırımlar yaptı. Bu yatırımlar ise alışılmadık oranda bir tasarrufla sağlandı. Bugün Çin’in milli tasarruf oranı yüzde otuz beş ila kırk düzeyinde. Üçüncü neden ise: Ekonomi son derece açık. Kotalar ve ithalat izinleri artık yok. Bugün hükümetin ithalat üzerine koyduğu vergi oranı yüzde ondan bile daha az.
Çin, 2003’ten bu yana dünyanın en büyük ithalatçı ülkesi oldu. 2003 yılında Çin’in yurtiçi gayri safi milli hasılası bir trilyon dört yüz milyar ABD dolarına ulaştı. Bu, muazzam bir rakam. Ve bu rakam ile Çin ekonomisi ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyada altıncı sırada yer aldı. 2003 yılının sonuna kadar Çin’in kişi başına düşen gayri safi milli hasılası bin ABD dolarını geçti.
Çin, WTO’ ya girdikten sonra, o güne kadar zaten yeterince hızlı büyümüş olan ekonomisine bir ivme daha kazandırdı. Öte yandan Çin bugün şüphesiz en ucuz maliyetle üretim yapan ülke.
İşte bütün bunlar bir araya gelince Çin ile başa çıkmak güçleşiyor. Çin artık demir perdelerini kaldırmış, tüm dünyaya kafa tutuyor.
Çin Halk Cumhuriyeti 1949 yılında kuruldu. O yıldan beri Çin ekonomisi hızlı bir gelişme gösterdi. Uzun yıllar Komünist Çin kapalı bir ekonomi yapısında idi. Mao’nun 1976’da ölmesiyle, Kültür Devrimine son verilmiştir. Kısa süren iktidar mücadelesinden Deng Xioaping galip çıktı. Deng, İktidar koltuğuna oturunca eski ekonomi usullerinin hepsini reddetti. 1978 yılı, Çin toplumu ve Çin ekonomisi için dönüm noktası idi. Dışa açılma politikasının uygulanmaya başlandığı 1978 yılından bu yana Çin ekonomisi her yıl yüzde dokuzu aşan büyüme hızıyla sürekli olarak gelişiyor. 1980'lerin başlarında, kolektif tarım uygulamasını durdurdu ve özel teşebbüse yeniden izin verdi.
1970’li yılların sonlarında, Deng liderliğinde başlatılan ekonomik reform, Çin ekonomisini rekor düzeyde genişletti. 2004 yılında bile Çin’in ekonomisi 1978 yılına kıyasla yirmi katlık bir büyüklüme göstermişti. Yüksek ithalat seviyeleri yerel pazardaki rekabeti artırdı. Şirketleri daha üretken olmaya ve uluslararası standartlarda üretim yapmaya yönlendirdi. Ama bu büyüme performansı aslında üç temel gerekçeye dayanıyordu. İlk neden: Çin, merkezi planlama anlayışını terk etti. Reform öncesi dönemde devlet fiyatları kontrol altında tutuyor, doğrudan verimliliğe müdahale ediyordu. Devlet her alanda etkindi, her şey devlet denetimindeydi, özellikle ekonomi. Fakat buugün artık her bir malın fiyatı pazar içinde belirleniyor. Verimli şirketler hızla büyürken, verimli olmayanlar yerinde sayıyor veya ortadan kayboluyor. İkinci neden: Çin son yirmi yılda çok ciddi yatırımlar yaptı. Bu yatırımlar ise alışılmadık oranda bir tasarrufla sağlandı. Bugün Çin’in milli tasarruf oranı yüzde otuz beş ila kırk düzeyinde. Üçüncü neden ise: Ekonomi son derece açık. Kotalar ve ithalat izinleri artık yok. Bugün hükümetin ithalat üzerine koyduğu vergi oranı yüzde ondan bile daha az.
Çin, 2003’ten bu yana dünyanın en büyük ithalatçı ülkesi oldu. 2003 yılında Çin’in yurtiçi gayri safi milli hasılası bir trilyon dört yüz milyar ABD dolarına ulaştı. Bu, muazzam bir rakam. Ve bu rakam ile Çin ekonomisi ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyada altıncı sırada yer aldı. 2003 yılının sonuna kadar Çin’in kişi başına düşen gayri safi milli hasılası bin ABD dolarını geçti.
Çin, WTO’ ya girdikten sonra, o güne kadar zaten yeterince hızlı büyümüş olan ekonomisine bir ivme daha kazandırdı. Öte yandan Çin bugün şüphesiz en ucuz maliyetle üretim yapan ülke.
İşte bütün bunlar bir araya gelince Çin ile başa çıkmak güçleşiyor. Çin artık demir perdelerini kaldırmış, tüm dünyaya kafa tutuyor.
TÜRKİYEDE TELEVİZYON GERÇEĞİ
Darbe denilince birçoğumuzun aklına ilk gelen, gerçek anlamından da önce, askerî darbe gelir. Bunun sebebi, memleketimizde fazlaca bu olaylar yaşandığı içindir mutlaka.
Askerî darbe, demokrasiyi kesintiye uğratarak askerlerin, halkın seçmiş olduğu yönetimdeki kişilerin görevlerine son vermesi ve yerine monarşik bir yönetim anlayışıyla kendilerinin geçmesidir. Bu anlayışa binaen, bütün kamu ile ilgili alanlara da el konulur. O gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Tüm kararlar darbeciler tarafından verilir ve bunlara uymak muhakkaktır. Velhâsıl, askerî darbeler ile halk, darbe yapanların iki dudağı arasından çıkacak olanlara bakmak zorunda bırakılır.Buraya kadar yazıyı okuyup da, “televizyonla bunun ne alakası var?” diye sorabilir. Şimdi o alakaya gelelim.
Televizyon, 1926‘da keşfedilip 1962‘de ülkemize girince, bütün dünyada olduğu gibi bizde de büyük bir ilgiyle karşılandı. O zamana kadar radyo, dergi, gazete ile haber alan, gündemi veya edebî, sanatsal faaliyetleri takip eden halk artık bunu televizyon ile de yapabilecekti. Ancak durum, umulduğundan çok farklı bir boyuta ulaştı. Özellikle özel televizyonculuğun geliştiği dönemlerden başlayarak günümüze değin, haber alma ve çeşitli faydalı programlar ile milleti bilgilendirme işi ön plandan kalktı. İlk sırayı kendi düşüncelerini ve diğer milletlerin kültürlerini empoze etme faaliyeti aldı. Bu doğrultuda yaptıkları programlar ile artık halk adına karar verilir, olaylar halk adına yorumlanır ve eleştirilir, halkın sözcülüğü adı altında ideolojik söylemler yapılır ve rating uğruna insanlık değerleri çiğnenir durumuna maalesef gelinmiştir.
Bu tür eylemler bu kişilerin, daha da genel olarak televizyonun darbesi değil de nedir? Yıllarca Amerikan filmleri izleterek oranın kültürünü yavaş yavaş hayatımıza sokan, bizi öz kültürümüzden soğutanların yaptığı ağır bir darbe değil midir? Gerek yabancılardan, gerekse kendi milletimizden olan kadınları, kızları “çağdaşlık, medeniyet” adı altında yarı çıplak televizyona çıkararak ağır bir tahrik ile Amerikanın ve Avrupa’nın içinde bulunduğu fuhuş bataklığına sokulmak istenmesi dinimize ve dünyamıza ağır bir darbe değil midir? Magazin programları ile şöhretlerin kirli hayatlarını şatafatlı ve tatlı bir biçimde gösterip genç kızların böyle olmak amacıyla ailesinden kaçması, kendisine örnek gösterilenler gibi nikâhsız ilişkiler yaşayıp gayri meşru çocuklar doğurması, güzelliği elden gidince de sokağa atılması, kızlarımızın medenî yaşam diye kandırılıp birçok yerini açarak dışarı çıkması, bu durumun erkekleri tahrik edip cahil olanların, kızların ırzına geçmeleri gençliğimize, geleceğimize ağır bir darbe değil midir? Haber programlarında uyuşturucu, fuhuş ve daha nice kötü olayları vererek bu olayları eleştiren, “biz nereye gidiyoruz” diye sorgulayan kanallar, daha sonra yaptıkları magazin programları ve cinsel tahrik içerikli filmleri yayınlayıp halkı kandıran, onlarla adeta alay eden bu tür medyanın bize, kültürümüze ağır bir darbesi değil de nedir?
Bu kadar tehlikeli ve ağır bir darbe içerisinde olduğumuz halde en dikkatsiz olduğumuz konudur, televizyon izleyiciliği. Kendimiz çok uyanık olmamız gerektiği gibi, çocuklarımızı da bu darbelerden korumamız öncelikli vazifemiz olmalıdır. Tabii sağlam karakterli, sağlıklı, güçlü bir gelecek istiyorsak.
Askerî darbe, demokrasiyi kesintiye uğratarak askerlerin, halkın seçmiş olduğu yönetimdeki kişilerin görevlerine son vermesi ve yerine monarşik bir yönetim anlayışıyla kendilerinin geçmesidir. Bu anlayışa binaen, bütün kamu ile ilgili alanlara da el konulur. O gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Tüm kararlar darbeciler tarafından verilir ve bunlara uymak muhakkaktır. Velhâsıl, askerî darbeler ile halk, darbe yapanların iki dudağı arasından çıkacak olanlara bakmak zorunda bırakılır.Buraya kadar yazıyı okuyup da, “televizyonla bunun ne alakası var?” diye sorabilir. Şimdi o alakaya gelelim.
Televizyon, 1926‘da keşfedilip 1962‘de ülkemize girince, bütün dünyada olduğu gibi bizde de büyük bir ilgiyle karşılandı. O zamana kadar radyo, dergi, gazete ile haber alan, gündemi veya edebî, sanatsal faaliyetleri takip eden halk artık bunu televizyon ile de yapabilecekti. Ancak durum, umulduğundan çok farklı bir boyuta ulaştı. Özellikle özel televizyonculuğun geliştiği dönemlerden başlayarak günümüze değin, haber alma ve çeşitli faydalı programlar ile milleti bilgilendirme işi ön plandan kalktı. İlk sırayı kendi düşüncelerini ve diğer milletlerin kültürlerini empoze etme faaliyeti aldı. Bu doğrultuda yaptıkları programlar ile artık halk adına karar verilir, olaylar halk adına yorumlanır ve eleştirilir, halkın sözcülüğü adı altında ideolojik söylemler yapılır ve rating uğruna insanlık değerleri çiğnenir durumuna maalesef gelinmiştir.
Bu tür eylemler bu kişilerin, daha da genel olarak televizyonun darbesi değil de nedir? Yıllarca Amerikan filmleri izleterek oranın kültürünü yavaş yavaş hayatımıza sokan, bizi öz kültürümüzden soğutanların yaptığı ağır bir darbe değil midir? Gerek yabancılardan, gerekse kendi milletimizden olan kadınları, kızları “çağdaşlık, medeniyet” adı altında yarı çıplak televizyona çıkararak ağır bir tahrik ile Amerikanın ve Avrupa’nın içinde bulunduğu fuhuş bataklığına sokulmak istenmesi dinimize ve dünyamıza ağır bir darbe değil midir? Magazin programları ile şöhretlerin kirli hayatlarını şatafatlı ve tatlı bir biçimde gösterip genç kızların böyle olmak amacıyla ailesinden kaçması, kendisine örnek gösterilenler gibi nikâhsız ilişkiler yaşayıp gayri meşru çocuklar doğurması, güzelliği elden gidince de sokağa atılması, kızlarımızın medenî yaşam diye kandırılıp birçok yerini açarak dışarı çıkması, bu durumun erkekleri tahrik edip cahil olanların, kızların ırzına geçmeleri gençliğimize, geleceğimize ağır bir darbe değil midir? Haber programlarında uyuşturucu, fuhuş ve daha nice kötü olayları vererek bu olayları eleştiren, “biz nereye gidiyoruz” diye sorgulayan kanallar, daha sonra yaptıkları magazin programları ve cinsel tahrik içerikli filmleri yayınlayıp halkı kandıran, onlarla adeta alay eden bu tür medyanın bize, kültürümüze ağır bir darbesi değil de nedir?
Bu kadar tehlikeli ve ağır bir darbe içerisinde olduğumuz halde en dikkatsiz olduğumuz konudur, televizyon izleyiciliği. Kendimiz çok uyanık olmamız gerektiği gibi, çocuklarımızı da bu darbelerden korumamız öncelikli vazifemiz olmalıdır. Tabii sağlam karakterli, sağlıklı, güçlü bir gelecek istiyorsak.
3 Ekim 2010 Pazar
HEPİMİZ BEKİR ÇOŞKUNUZ!!
- Hayrola Nereden?
- Be be ben mi? Rad rad radyodan geliyorum.
- Ne vardı radyo da?
- Spi spi spi spiker, sı sı sı sınavı vardı da
- Eeee ne oldu?
- Bı bı bı bırak yahu! Kravat tak tak takmadık diye almadılar
Bu fıkrayla neler yazacağımı az çok tahmin etmişsinizdir. Ünlü düşünür Emerson “Hayat sınavdır” der. Evet, hepimiz bu sınavda yaşam mücadelesi veriyoruz. Kimimiz dürüstçe çalışıyoruz, kimimizde kopya çekerek bu sınavı tamamlamanın kurnazlığı içindeyiz.
Malum, Einstein dört yaşına kadar konuşamadığı için ailesi onun geri zekâlı olduğunu, müzik öğretmeni Beethoven’i ‘ umutsuz vaka’ olarak görmüş, Muhammed Ali’ye öğretmeni ; ‘senden hiçbir şey olmaz’ demişti.
Bakınız daha önce ‘Dokuzuncu Köy’den kovulup, ‘Onuncu Köy’ için Hürriyet Gazetesi’nde yıllarca yazan, daha sonra patronu Aydın Doğan’a verilen rekor Vergi Cezası sonrası işine son verilerek Haber Türk’teki ‘On birinci Köy’e umut diye transfer olan Bekir Coşkun buradan da kovuldu. Başbakan’a bu konuda sorulan soruya, Bekir Coşkun’un işten çıkartılmasında kendilerinin hiçbir rolü olmadığını söyleyince Bekir Coşkun’da; “ Başbakan’a benimle ilgili soru yöneltiliyor ve kendisi de benim işten çıkartılmamda hiçbir rollerinin olmadığını söylüyor. Salonda 50 medya mensubu var. 50 medya mensubu inandıysa mesele yok. Ama bir süre önce Başbakan medya patronlarına ne demişti? ‘Köşe yazarlarına hâkim olamıyorum diyemezsin. Sen bunun sorumlususun. Köşende yazanın maaşını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye geldiğin zamanda hakkın yok. O insanlara o kalemleri teslim edenlere der ki; ‘kusura bakma, bizim dükkânda sana yer yok. Herkes vitrine layık olanı koyar’ demedi mi? dedi. Bu sözler kime ait? Benim yorumum bu kadar.”
Evet, iki ağızdan söz…
Sizce kimin burnu uzayacak dersiniz?
12 nci köy nerede? Türkiye’de mi? Yoksa masallardaki gibi Anka Kuşu’nun kanatlarıyla, Kaf Dağı’nın ardında mı? Bekir Coşkun’un Babası oğluna; “ Oğlum öyle patronların gazetelerinde ve demokrasinin olmadığı ortamlarda rahat yazdırmazlar. “ demiş midir, bilemeyiz!
Üstadım, öyle gazetelerde her istediğini yazma devri artık kapandı. Ya patronların istediği formatta yazacaksın, ya da iktidarda hangi parti varsa onun lehine yazacaksın! Yandaşlarının mal varlıklarından, onların nasıl ihale aldıklarından, zenginliklerinden bahsetmeyeceksin! Gazetelerde bir şartla yazarsın üstadım, iktidara dokunmayacak, hatta onu öveceksin!…
Kim gibi mi?
Çalık grubunun satın aldığı Sabah Gazetesi’nde yazan Engin Ardıç gibi yazacaksın!.. Aç oku bakalım, adam hiç iktidarı atıyor mu? Onun suyundan gidiyor! Yaptıklarını övüyor! Veriyor veriştiriyor muhalefete, hem de ağzını bozarak, alay ederek! Sonra da gelsin cukkalar, yurt dışı gezileri… Böyle olursanız vallahi hiçbir patronunda seni kapı önüne koyacağını düşünmüyorum! İnan ki, seni el üstünde tutarlar.
Bekir Ağabey , gel istersen köşe yazılarını benim gibi internette yaz. Hem maaş almadığın için özgürce yazmayı burada sürdürebilirsin!
“Sınav” dedik nereden nereye geldik. O köy senin bu köy benim dolaşıp durduk. Kısacası ne demişler; “ Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış” diye, sanırım bu gidişle köyler bile dokuz doğuracak!
ÖSYM ve KPSS’de kepazelikler diz boyu!
Şimdi de “Kopya Çetesi” iş başında… Gelişmeler “Organize Suçlar” filminin başlığı gibi oldu… Çete lideri olmakla suçlanan Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Okulu Öğretim Görevlisi O.A.U ifadesinde; “ Geçen yıl yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavlarının da kendisinin iptal ettirdiğini ve sınav sorularının cemaate yakın kişilerden iptal ettirildiğini belirtmiş…
Vay Türkiye’m Vay! Yaşadıkça daha neler göreceğiz neler! Üstüne üstlük kopya çekileceği Ağrı’dan iki gün önce emniyet birimlerine bildirilmesine rağmen önlem alınmadığı ortaya çıkmış ( Kaynak Gazete Vatan)
Sonuçta 9 ÖSYM yöneticileri görevlerinden alınarak soruşturmaları devam ediyor. Çiçeği burnunda ÖSYM Başkanı “ Daha çok geleceği planlama taraftarıyım.” Demiş. Güzel… Birkaç sözde benden; “ Geçmişin kötü örneklerinden ders alarak bir daha bu tür hataları tekrar etmemek ve soruların uçan sineğe bile verilmeden sınavların gerçekleşmesinin sağlanması için her türlü çabanın gösterilmesi, kurumun saygınlığını artıracaktır.”
Yazımı Hintli filozof Satya Sai Baba’nın anlamlı bir sözüyle noktalayım;
“ Eğitim, nasıl yaşanacağına ilişkin olmamalıdır. Nasıl para kazanılacağına ilişkin de değil. Bilgi bilgeliğe dönüştürülmedikçe ve bilgelikte karakterde ifade bulmadıkça eğitim boşa giden süreç olur. Eğitim, bu dönüştürme yeteneğini sağladığında hayatta huzurlu, mutlu ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ile dolu hale gelir”
Saygılarımla,
- Be be ben mi? Rad rad radyodan geliyorum.
- Ne vardı radyo da?
- Spi spi spi spiker, sı sı sı sınavı vardı da
- Eeee ne oldu?
- Bı bı bı bırak yahu! Kravat tak tak takmadık diye almadılar
Bu fıkrayla neler yazacağımı az çok tahmin etmişsinizdir. Ünlü düşünür Emerson “Hayat sınavdır” der. Evet, hepimiz bu sınavda yaşam mücadelesi veriyoruz. Kimimiz dürüstçe çalışıyoruz, kimimizde kopya çekerek bu sınavı tamamlamanın kurnazlığı içindeyiz.
Malum, Einstein dört yaşına kadar konuşamadığı için ailesi onun geri zekâlı olduğunu, müzik öğretmeni Beethoven’i ‘ umutsuz vaka’ olarak görmüş, Muhammed Ali’ye öğretmeni ; ‘senden hiçbir şey olmaz’ demişti.
Bakınız daha önce ‘Dokuzuncu Köy’den kovulup, ‘Onuncu Köy’ için Hürriyet Gazetesi’nde yıllarca yazan, daha sonra patronu Aydın Doğan’a verilen rekor Vergi Cezası sonrası işine son verilerek Haber Türk’teki ‘On birinci Köy’e umut diye transfer olan Bekir Coşkun buradan da kovuldu. Başbakan’a bu konuda sorulan soruya, Bekir Coşkun’un işten çıkartılmasında kendilerinin hiçbir rolü olmadığını söyleyince Bekir Coşkun’da; “ Başbakan’a benimle ilgili soru yöneltiliyor ve kendisi de benim işten çıkartılmamda hiçbir rollerinin olmadığını söylüyor. Salonda 50 medya mensubu var. 50 medya mensubu inandıysa mesele yok. Ama bir süre önce Başbakan medya patronlarına ne demişti? ‘Köşe yazarlarına hâkim olamıyorum diyemezsin. Sen bunun sorumlususun. Köşende yazanın maaşını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye geldiğin zamanda hakkın yok. O insanlara o kalemleri teslim edenlere der ki; ‘kusura bakma, bizim dükkânda sana yer yok. Herkes vitrine layık olanı koyar’ demedi mi? dedi. Bu sözler kime ait? Benim yorumum bu kadar.”
Evet, iki ağızdan söz…
Sizce kimin burnu uzayacak dersiniz?
12 nci köy nerede? Türkiye’de mi? Yoksa masallardaki gibi Anka Kuşu’nun kanatlarıyla, Kaf Dağı’nın ardında mı? Bekir Coşkun’un Babası oğluna; “ Oğlum öyle patronların gazetelerinde ve demokrasinin olmadığı ortamlarda rahat yazdırmazlar. “ demiş midir, bilemeyiz!
Üstadım, öyle gazetelerde her istediğini yazma devri artık kapandı. Ya patronların istediği formatta yazacaksın, ya da iktidarda hangi parti varsa onun lehine yazacaksın! Yandaşlarının mal varlıklarından, onların nasıl ihale aldıklarından, zenginliklerinden bahsetmeyeceksin! Gazetelerde bir şartla yazarsın üstadım, iktidara dokunmayacak, hatta onu öveceksin!…
Kim gibi mi?
Çalık grubunun satın aldığı Sabah Gazetesi’nde yazan Engin Ardıç gibi yazacaksın!.. Aç oku bakalım, adam hiç iktidarı atıyor mu? Onun suyundan gidiyor! Yaptıklarını övüyor! Veriyor veriştiriyor muhalefete, hem de ağzını bozarak, alay ederek! Sonra da gelsin cukkalar, yurt dışı gezileri… Böyle olursanız vallahi hiçbir patronunda seni kapı önüne koyacağını düşünmüyorum! İnan ki, seni el üstünde tutarlar.
Bekir Ağabey , gel istersen köşe yazılarını benim gibi internette yaz. Hem maaş almadığın için özgürce yazmayı burada sürdürebilirsin!
“Sınav” dedik nereden nereye geldik. O köy senin bu köy benim dolaşıp durduk. Kısacası ne demişler; “ Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış” diye, sanırım bu gidişle köyler bile dokuz doğuracak!
ÖSYM ve KPSS’de kepazelikler diz boyu!
Şimdi de “Kopya Çetesi” iş başında… Gelişmeler “Organize Suçlar” filminin başlığı gibi oldu… Çete lideri olmakla suçlanan Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Okulu Öğretim Görevlisi O.A.U ifadesinde; “ Geçen yıl yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavlarının da kendisinin iptal ettirdiğini ve sınav sorularının cemaate yakın kişilerden iptal ettirildiğini belirtmiş…
Vay Türkiye’m Vay! Yaşadıkça daha neler göreceğiz neler! Üstüne üstlük kopya çekileceği Ağrı’dan iki gün önce emniyet birimlerine bildirilmesine rağmen önlem alınmadığı ortaya çıkmış ( Kaynak Gazete Vatan)
Sonuçta 9 ÖSYM yöneticileri görevlerinden alınarak soruşturmaları devam ediyor. Çiçeği burnunda ÖSYM Başkanı “ Daha çok geleceği planlama taraftarıyım.” Demiş. Güzel… Birkaç sözde benden; “ Geçmişin kötü örneklerinden ders alarak bir daha bu tür hataları tekrar etmemek ve soruların uçan sineğe bile verilmeden sınavların gerçekleşmesinin sağlanması için her türlü çabanın gösterilmesi, kurumun saygınlığını artıracaktır.”
Yazımı Hintli filozof Satya Sai Baba’nın anlamlı bir sözüyle noktalayım;
“ Eğitim, nasıl yaşanacağına ilişkin olmamalıdır. Nasıl para kazanılacağına ilişkin de değil. Bilgi bilgeliğe dönüştürülmedikçe ve bilgelikte karakterde ifade bulmadıkça eğitim boşa giden süreç olur. Eğitim, bu dönüştürme yeteneğini sağladığında hayatta huzurlu, mutlu ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ile dolu hale gelir”
Saygılarımla,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)